Ahirzaman Ve Hz. Mehdi

Kıyametin hemen yakınında anarşi ve kargaşa günleri vardır.

    Güzel Hatırlatmalar

    • "Dünyadan beş bin altı yüz yıl geçmiştir". Bu ümmetin ömrü bin (1000) seneyi geçecek, fakat bin beş yüz (1500) seneyi pek geçmeyecek.

      (Kıyamet Alametleri, Medineli Allame Muhammed b. Resul el-Hüseyni el-Berzenci, Pamuk Yayıncılık, İstanbul, 2002, s. 299)

    • Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: “Evlatlarımdan olan Mehdi’yi inkar eden beni inkar etmiştir.”

      (Bihar-ul Envar, c.51, s.73)

    • Eğer müşriklerden biri, senden 'eman isterse', ona eman ver; öyle ki Allah'ın sözünü dinlemiş olsun, sonra onu 'güvenlik içinde olacağı yere ulaştır.' Bu, onların elbette bilmeyen bir topluluk olmaları nedeniyledir.

      (Tevbe Suresi, 6)

    Güzel Konular

    Güzel Konular

    Fedakar insan, dünyanın en akıllı ve en kazançlı insanıdır

    Fedakarlık, cahiliye insanları arasında bir nevi “akılsızlık” olarak algılanır. Bu kimselere göre, bir insan kendi menfaatlerini ne kadar iyi kollayabiliyorsa, o kadar “akıllıdır”. Çevresindeki insanları ne kadar iyi kullanabiliyor, onların imkanlarından ne kadar çok istifade edebiliyor; diğer yandan da kendisini bu kimselere ne kadar az kullandırtıyorsa, onlara ne kadar az menfaat sağlıyorsa, bu kişi “aklını olabilecek en iyi şekilde kullanabiliyordur”.

    Elbetteki bu kimseler yaptıkları bu teşhislerinde baştan sona kadar yanılmaktadırlar. Ahirete inanmayan kimseler için, bir başka insana çıkar sağlamak, onun rahatını, konforunu, artırmak; üstelik tüm bunları kendinden ödün vererek yapmak, “akılsızlık” olarak algılanabilir. Ancak ahirete inanan bir insan için, eğer tüm bunları “yalnızca Allah'ın rızasını kazanmak için” yapıyorsa, bu kişi “dünyanın en akıllı insanıdır”.

    Allah bir insana ortalama 60-70 senelik bir ömür vermiştir. Elindeki bu zamanı olabilecek en iyi şekilde kullanan kimseler, gerçek anlamda “en akıllı olan insanlar”dır. Ancak “hayatlarını en iyi şekilde kullanmaları” demek, dünyadan olabilecek en çok menfaati elde etmeleri demek değildir. Aksine, “kendilerinden olabilecek en fazla feragat etmeleri”dir. Elbetteki buradaki asıl önemli olan ise, tüm bunları Allah'ın rızasını kazanma amacıyla yapıyor olmalarıdır.

    Yoksa cahiliye toplumlarında da, çevresindeki insanlar için kendilerini gözden çıkaran, var güçleriyle başkalarını mutlu etmek, onlara daha iyi imkanlar sağlamak, daha rahat ettirmek için çabalayan kimseler de vardır. Ancak bu kimselerin, hedefleri Allah'ın rızası değildir. İyilik yaptıkları her insanı adeta birer yatırım odağı gibi görürler. Yaptıkları her fedakarlık ile, er ya da geç o insandan bunun karşılığının geleceğini umarlar. Onları fedakarlık yapma gücünü veren işte yalnızca bu “karşılık alma ümidi”dir. Bir dostlarına bir hediye aldıklarında, o kişinin de bir vesileyle kendilerine en az o ayarda bir hediye alacağını ümit ederler. Bir arkadaşlarına kendi çalıştıkları işyerinde iş imkanı sağladıklarında, ileride kendi ihtiyacı olduğunda da, o kişinin kendilerine iş imkanı sağlayacağını umarlar. Bir komşularına bir yemek ikram ettiklerinde, kısa bir süre sonra, o komşularının da kendilerine bir ikramda bulunmasını beklerler. Bu kişilerden umdukları tarzda karşılıklar alamasalar bile, iyilik yaptıkları bu insanların dostluklarını kazanmak bile bu kimseler için önemli bir menfaattir. Elbette bu yatırımların işe yarayacağı, bunlara ihtiyaç duyulacağı bir gün geleceği kanaatindelerdir. Hatta kendi öz çocuklarına bile iyilik yaptıklarında, ileriki yıllarda yaşlandıklarında onların da kendilerine karşı borçlu kalacaklarına inanırlar. Çocuklarını ne kadar iyi yetiştirirlerse, onlara ne kadar iyi imkanlar sağlarlarsa, kariyerlerinin yükselmesi için ne kadar çok çaba harcarlarsa, ileride bu imkanların her birinin kendi hayatlarına konfor katacağını düşünürler. İşte onları motive eden yalnızca bu inançlarıdır.

    Müminler ise fedakarlık gücünü yalnızca Allah'a olan sevgilerinden; Allah'a karşı duydukları derin saygı ve korkudan alırlar. Allah'ın kendilerini daha çok sevmesi isteği, müminlerin bu konuda 24 saat çok şevkli ve heyecanlı olmalarını sağlar. En zor; fiziksel olarak en yorgun, en güçsüz oldukları anlarda bile, Allah sevgilerinden aldıkları güçle daha da fazla fedakarlık yapabilecekleri bir fırsat yakalamaya çalışırlar. Karşılarına çıkan her imkanı, bu konuda olabilecek en fazla gayreti göstererek değerlendirmeye çalışırlar. O anda ihtiyaç duyulan fedakarlığı yapabilecek başka kişiler olsa da, onlar “hayırlarda yarışırlar”. Geçerli hiçbir sebepleri olmaksızın, böyle bir imkanı bir başkasına bırakmayı ise kendileri için bir kayıp olarak görürler.

    Müminin fedakarlığı; onun, Allah'ı kendi nefsinden, bedeninden, malından, mülkünden, hayatından ve sahip olduğu maddi manevi diğer herşeyinden daha çok sevdiğinin çok açık bir alametidir. Böyle bir insan Allah'ın sevgisini kazanabilmek için, hiç düşünmeden herşeyini feda edebilecek güçtedir. Canını, malını, sahip olduğu herşeyi Allah'a teslim etmiştir. Allah Kuran'da, bu ahlakı gösteren müminleri müjdelemiş ve gerçek anlamda “büyük kurtuluş ve mutluluğun” ancak bu şekilde elde edilebileceğini hatırlatmıştır:

    De ki: "Şüphesiz benim namazım, ibadetlerim, dirimim ve ölümüm alemlerin Rabbi olan Allah'ındır." (Enam Suresi, 162)

    Hiç şüphesiz Allah, mü'minlerden -karşılığında onlara mutlaka cenneti vermek üzere- canlarını ve mallarını satın almıştır. Onlar Allah yolunda mücadele ederler, öldürürler ve öldürülürler; (bu,) Tevrat'ta, İncil'de ve Kur'an'da O'nun üzerine gerçek olan bir vaaddir. Allah'tan daha çok ahdine vefa gösterecek olan kimdir? Şu halde yaptığınız bu alış-verişten dolayı sevinip-müjdeleşiniz. İşte 'büyük kurtuluş ve mutluluk' budur. (Tevbe Suresi, 111)

    Gerçekten, Rablerine olan haşyetlerinden dolayı saygıyla korkanlar,

    Rablerinin ayetlerine iman edenler,

    Rablerine ortak koşmayanlar,

    Ve gerçekten Rablerine dönecekler diye, vermekte olduklarını kalpleri ürpererek verenler;

    İşte onlar, hayırlarda yarışmaktadırlar ve onlar bundan dolayı öne geçmektedirler. (Müminun Suresi, 57-61)

    Olayları, tavırları, konuşmaları derinlemesine araştırıp kurcalama alışkanlığı, bazen insana beklediği gibi huzur değil, rahatsızlık verebilir...

    İnsan gün boyunca hoşuna giden ya da gitmeyen pek çok olayla karşılaşır. Çoğu insan, bu yaşadıkları üzerinde gerektiği kadar durup hayatına devam eder. Ancak bazı insanlar da vardır ki, yaşanan olayları, yapılan konuşmaları kolay kolay zihinlerinden atamaz ve her biri üzerinde detaylı analizler yaparlar. Yaşadıkları olaylarda verilen bazı tepkileri, gösterilen tavırları, yapılan konuşmaları yeterli ve açıklayıcı bulmaz; sonrasında ilgili kişilerle bu konuları yeniden gündeme getirip iyice detaylandırmak ve netleştirmek isterler. Ve o andan sonra da, gün boyunca dikkatleri o konuya takılıp kalır. İnce ince yaşadıkları olayları düşünür, yapılan konuşmaları tek tek ve tekrar tekrar akıllarından geçirir ve kendilerince belirli çıkarımlar yaparlar. Aslında konu o gün, o saatte orada yaşanıp bitmiştir. Ancak bu kişilerin içleri bir türlü rahat etmez. “Öyle değil de, şöyle deseydim”, “O konuyu tam olarak açıklayamadım, biraz daha detay verebilseydim”, “O sözlerle ne demek istediğini daha iyi açıklamasını isteseydim”, “Yaptıklarının sebebini ve ne anlama geldiğini karşılıklı konuşsaydık” gibi ardı arkası gelmeyen kuruntularla yaşadıkları olaylar üzerinde derin tahliller yaparlar.

    Söz konusu kişilerin bu bakış açılarının bir sebebi, karşılarındaki insanlarla aralarındaki konuları tüm detaylarıyla uzun uzun konuştukları takdirde, çok daha iyi sonuçlar alacaklarına inanmalarıdır. Bu nedenle de bir konuşmanın yarım kalmasından, tam olarak netleştirilmemesinden ya da yapılan bir tavrın haklı nedenlerinin, mazeretlerinin dile getirilmemiş olmasından ciddi şekilde rahatsızlık duyarlar.

    Oysa bu pek çok açıdan yanlış bir yaklaşımdır. Elbetteki bazen insanların bazı konuların üzerinden yüzeysel olarak geçip gitmeleri, belirli açılardan sorun oluşturabilir. Örneğin bir kimse bir arkadaşından arabasını ödünç aldığında ve arabayı çarpmış olarak geri getirdiğinde, mutlaka bunun açıklamasını yapmak durumundadır. Aksi nezakete, dostluğa, samimiyete, dürüstlüğe yakışmayacak bir tavırdır.

    Ancak gün içinde insanların yaşadıkları bazı şeyler de vardır ki, bu örneğin tam tersine, ne kadar az detaya inilir, ne kadar yüzeysel şekilde halledilirse, her iki taraf için de o kadar daha az rahatsız edici olur. Örneğin bir insanın ağzından istemeden, düşünmeden yanlış bir söz çıktığında, eğer karşı taraf bu kişinin samimiyetinden, iyi niyetinden eminse, güzel olan konuyu uzatmadan hemen kapatmaktır. Karşı tarafın kusurunu irdelemek yerine, hemen üzerini örtüp görmezden gelmektir. Aksi karşı tarafı mahcup edecek, sıkıntıya sokacak ve zor durumda bırakacaktır. Konuyu açıklayıp düzeltebilmek için gireceği her detay, yapacağı her açıklama, konuyu daha da içinden çıkılmaz ve rahatsız edici şekle sokacaktır.

    Güzel ahlakın gereği olayların üzerine gitmemek, büyütmemek, olduğu kadarıyla bırakmaktır. Nedenlerini, niçinlerini öğrenebilmek için insanları sorgulamak, duygularını düşüncelerini anlayabilmek için derin analizler yapmak, söylenmeyecek şeylerin söylenmesi için ısrarcı olmak, zannedildiği gibi her zaman için insanlara fayda getirecek bilgiler olmayabilir. Bazen güzel bir tavrı sorgulamak, o güzelliğin doğallığını, samimiyetini, içtenliğini ortadan kaldırabilir. Güzel bir mimik, güzel bir tavır, güzel bir söz o anda yaşanıldığı şekliyle güzel olabilir. Geriye dönüp bunların sebeplerini araştırmak, içten gelerek mi yapıldı yoksa özel olarak tasarlanmış mıydı diye analizini istemek, insanları samimiyetten uzaklaştırıp standart kalıplara sokacak ve rahatsızlık verecektir. Aynı şekilde olumsuz tavırlarda ya da yakışıksız sözlerde de, geri dönüp o insanlarla bunlar üzerinde uzun uzun konuşmaya çalışmak, oluşan rahatsızlığı daha da artırabilecek bir yaklaşımdır. Herhangi bir çözüm ya da düzeltme amacı olmaksızın kötü tavırlara daha da dikkat çekmek, yanlış sözleri tekrar tekrar dile getirmek, bunların altında yatan nedenleri insanların yüzlerine vurmak, karşılıklı olarak kişileri yıpratacaktır.

    İnsanın hedefi sürekli olarak güzel söz söylemek ve güzel tavırlar göstermek olmalıdır. Eğer bunlarda kusurlar oluşuyorsa, bu durumda da, kişi bunlar üzerinde oyalanıp vakit kaybetmeden, bir sonraki adımı en güzeliyle atmaya bakmalıdır. Bu tür bir yaklaşım, insanları boş sözlerden, gereksiz rahatsızlıklardan, huzursuzluklardan, tartışmalardan uzaklaştırır. Sürekli olarak iyi davranışlarda bulunmak, güzel sözler söylemek, Allah'ın izniyle zaten kötü olanları örtüp kapatacaktır.

    ... Şüphesiz iyilikler, kötülükleri giderir. Bu, öğüt alanlara bir öğüttür. (Hud Suresi, 114)

    Gaflete kapılmamaya en dikkat edilmesi gereken zamanlardan biri de, Allah'ın nimetini artırdığı vakitlerdir.

    Hayatında bir eksiklik olduğunda; beklentileri ya da istekleri umduğu şekilde gerçekleşmediğinde, genellikle insanın Allah'a yönelişindeki samimiyet, derinlik ve ihlas da alabildiğine artar...

    Çoğu insanın Allah'a en samimiyetle yöneldiği anlar, bu kişilerin hayatlarında birtakım eksikliklerin, sıkıntıların ya da sorunların yer aldığı zamanlardır. İnsanlar, acizliklerini, güçsüzlüklerini ve Allah'a ne kadar muhtaç olduklarını en kamil anlamda böyle zamanlarda kavrarlar. Ve Allah'a, bu kavrayışın getirdiği samimiyetle yönelirler. Dualarındaki candanlık, ihlas ve derinlik, ruh hallerindeki netlik, açıklık ve dürüstlük, ve Allah'a yalvarışlarındaki teslimiyet çok yüksek seviyelere ulaşır. Bu anlarda kişi, kendi ruhundan yansıyan bu samimiyete, Allah'a karşı olan sevgisindeki coşkuya, candanlığına, yakınlığına ve teslimiyetine kendisi de şahit o olur. Allah'a karşı kalbinde yaşadığı bu samimiyetten kendisi de çok hoşlanır ve bu halini günlük hayatın hiçbir aşamasında kaybetmemek ister. Hayatının geri kalanına hakim olan yüzeysel haline bir daha hiç geri dönmemek için ruhunu eğitmeye çalışır.

    Ancak ne var ki, Allah insanın dualarına icabet ettiğinde, üzerindeki sıkıntıyı kaldırdığında ve o kişiye olan nimetini artırdığında, çoğu insan, bir şekilde yaşadığı bu derinlikten uzaklaşır. Ve çoğu zaman içerisine düştüğü gafleti fark etmesi de, ancak nimetlerin tekrar elinden gitmesiyle gerçekleşir.

    Oysa ki insanın bu derinliği bir hayat şekli olarak yaşaması için, illaki yokluk ve sıkıntı içerisinde bir hayat sürmesine gerek yoktur. İnsan Allah aşkıyla, derin Allah sevgisiyle hayatının her anında aczini, fakrını, muhtaçlığını olabilecek en açık şekliyle hissedip bunun getirdiği ruh hali içerisinde bir yaşam sürebilir. Bu tamamen kişinin şuurunu açıp niyet etmesine bağlıdır. Allah insana düşünce gücünü istediği kadar derinleştirebilme imkanı vermiştir. Allah'ın üstün sıfatları, sonsuz mükemmellikteki ahlakı ve yaratışı üzerinde düşünmek, Allah'ın sıcak dostluğunun, sevgisinin, şefkatinin alametlerini günün her anında fark edebilmek, bir insanın Allah'a karşı en derin ve en güzel ahlakı yaşamasına vesile olur.

    Bu derinliği yaşayan bir insan, zorluk ve sıkıntı içindeyken Allah'a olan muhtaçlığını ve acizliğini ne kadar iyi kavrayabiliyorsa; Allah kendisine nimet, bolluk, bereket verdiğinde de aynı şuur açıklığında yaşar. Hatta Allah'ın lütfettiği her bir nimet, onun Allah'a karşı olan teslimiyetini bağlılığını, Rabbimiz'e duyduğu derin saygı ve sevgiyi daha da artırır. Kendisine yalnızca Allah'ın birer ikramı ve lütfu olarak verilen nimetlere layık olamamaktan, içerisinde bulunduğu rahatlık ve refahtan dolayı gaflete kapılmaktan, aczini unutup büyüklenmekten, tüm sahip olduklarını normal ve olağan karşılar hale gelmekten titizlikle sakınır. Yaşadığı her an, Allah'ın rahmetini, şefkatini, sevgisini, affediciliğini, lütfunu, yakınlığını en derinden hissetmenin verdiği bir şükür hali içerisindedir. Hayatına katılan her güzellik, önce Allah'a yönelmesine vesile olur. Ve o güzelliklerden istifade ettiği her an, içinde Allah'ı derinden sevmenin mutluluğunu, heyecanını yaşar. Allah dilediği için bu güzelliklerin onun çevresinde olduğunun; sahip olduğu mutluluğu, huzuru, nimetleri yalnızca Allah kendisini seçip lütfettiği için yaşadığının kesintisiz olarak şuurundadır. Allah'ın, dilediği anda hayatını tümüyle değiştirebileceğinin; tüm nimetleri bir anda yokluğa, eksikliklere, sıkıntılara dönüştürebileceğinin çok açık bir şekilde farkındadır.

    Bu nedenle de, yokluk ve sıkıntı anlarında Allah'a olan yakınlığı ne kadar samimi ise, işte yaşadığı bu nimetler ve güzellikler içerisinde olduğunda da aynı samimiyet ve candanlık içerisindedir. Zorluk ve sıkıntıyla karşılaştığında Allah'a ne kadar gönülden, ne kadar coşkulu bir sevgi, içtenlik ve bağlılık ile dua ediyorsa, hayatı istediği her türlü güzellik ve nimetle dolu olduğunda da Allah'a aynı teslimiyet, aynı acizlik, aynı muhtaçlık ve aynı samimiyet ile yalvarıp yakarır.

    İşte bu ruh hali, bir müminin kalbindeki gerçek imanın bir alametidir. Allah böyle bir insana, bir kimsenin dünya şartlarında isteyecebileceği, tasarlayabiyeceği, aklının kavrayabileceği en güzel hayatı yaşatsa; nimetlerin en fazlasını, en güzelllerini verse; mutluluğu, neşeyi, sevgiyi, huzuru olabilecek en yüksek hazlar ile yaşatsa da, bu kişi sahip olduklarında dolayı ruhunu yozlaştırmaz. Allah'a karşı olan yakınlığında, sevgisinde, coşkusunda, Rabbimiz'e olan muhtaçlığını kavrayışında hiçbir olumsuz değişiklik olmaz. Yine her anını, yalnızca Allah'ın rızasını –olabilecek en fazlasıyla- kazanabilme aşkıyla; Allah'ın en sevdiği kulu olabilme tutkusuyla; Allah'ın lütfuna, rahmetine, nimetine, sevgisine layık olabilme coşkusuyla geçirir. Ve yine her an, Allah'ın lütfunu gereği gibi takdir edememekten, Allah'ın rahmetine layık olamamaktan, Allah'ın istediği ahlakı en mükemmel şekliyle yaşayamamaktan şiddetle korkup sakınarak yaşar. Ve gösterdiği bu imani hassasiyet de, -Allah'ın izniyle- böyle bir kimsenin, sıkıntı altında da olsa, nimet içerisinde de olsa, sürekli olarak derin imanda yaşamasını sağlar.

    Mehdi’nin çıkışından evvel, (her tarafı) aydınlatan kuyruklu bir yıldız doğacaktır.”(Kıyamet Alametleri, s. 200)