Ahirzaman Ve Hz. Mehdi
Kıyametin hemen yakınında anarşi ve kargaşa günleri vardır.
Güzel Hatırlatmalar
-
"Dünyadan beş bin altı yüz yıl geçmiştir". Bu ümmetin ömrü bin (1000) seneyi geçecek, fakat bin beş yüz (1500) seneyi pek geçmeyecek.
(Kıyamet Alametleri, Medineli Allame Muhammed b. Resul el-Hüseyni el-Berzenci, Pamuk Yayıncılık, İstanbul, 2002, s. 299)
-
Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: “Evlatlarımdan olan Mehdi’yi inkar eden beni inkar etmiştir.”
(Bihar-ul Envar, c.51, s.73)
-
Eğer müşriklerden biri, senden 'eman isterse', ona eman ver; öyle ki Allah'ın sözünü dinlemiş olsun, sonra onu 'güvenlik içinde olacağı yere ulaştır.' Bu, onların elbette bilmeyen bir topluluk olmaları nedeniyledir.
(Tevbe Suresi, 6)
Güzel Konular

Karşı tarafı sözle yenmiş olmak, her zaman bir kazanç değildir; bazen de güzel olan yenilmektir...
İnsan biriyle bir fikir çatışması ya da tartışma içerisine girdiğinde, elde edebileceği en iyi sonucun, ‘karşı tarafa kendi fikrini kabul ettirmesi’ olduğunu düşünür. Halbuki her zaman için asıl başarı, ‘karşı tarafı yenmek’ değildir. Bazen de insanın yenilmesi, asıl olarak onun üstünlüğünü gösteren bir alamet olur.
İnsanın nefsinde, ‘her zaman üstün gelme arzusu’ vardır. Hep kendi fikri kabul edilsin, kendi istediği şeyler yapılsın, kendi mantığı doğrultusunda hareket edilsin ister. Bir konuşmada mutlaka en son sözü söyleyen kişi kendisi olmaya çalışır. Ve böyle olduğunda da, kendince mutlu olur. Bunu, büyük bir başarı olarak görür.
Halbuki insan çok sınırlı bir akla sahiptir. Ve insana verilen ömür de çok kısadır. İnsanın bu çok sınırlı zaman içerisinde edinebileceği bilgi, beceri ve tecrübe de aynı şekilde çok kısıtlıdır. Bu nedenle bir konuda olabilecek en sağlıklı sonuçlar, genellikle birden fazla kişinin akıllarını, bilgilerini, tecrübelerini, düşüncelerini ortaya koymalarıyla ortaya çıkar. Tüm bu birikimden çıkan ortak sonuç, insanı çok daha sağlıklı sonuçlara ulaştırır.
Kuran'da istişare ederek, yani karşılıklı fikir alış verişi yapılarak karar vermenin, mümin ahlakının bir gereği olduğu şöyle haber verilmiştir:
Rablerine icabet edenler, namazı dosdoğru kılanlar, işleri kendi aralarında şura ile olanlar ve kendilerine rızık olarak verdiklerimizden infak edenler...(Şura Suresi, 38)
Bir başka ayette de Müslümanların, ‘sadece kendi fikirlerini esas almadıkları’, ‘sözün en güzeline uydukları’ haber verilmiştir:
Ki onlar, sözü işitirler ve en güzeline uyarlar.İşte onlar, Allah'ın kendilerini hidayete erdirdiği kimselerdir ve onlar, temiz akıl sahipleridir. (Zümer Suresi, 18)
İstişare etmek, başkalarının fikirlerinden de istifade etmek, sözün en güzeline uymak Kuran ahlakının bir gereğidir. Ancak istişarenin yanı sıra, bazen de insanın çevresindeki kişiler arasında kendisinden çok daha akıllı olan kimseler olur. Allah Kuran'da bu durumu, “... Biz dilediğimizi derecelerle yükseltiriz. Ve her bilgi sahibinin üstünde daha iyi bir bilen vardır.” (Yusuf Suresi, 76) ayetiyle insanlara haber vermiştir. Bu tür bir durumda güzel olan, bu kimselere danışmak, onların fikirlerinden istifade etmeye çalışmaktır. Böyle bir insana karşı üstün gelmeye, sözde ya da fikirde öne geçmeye çalışmaktansa, onun fikirlerine tabi olmak çok daha güzeldir. Bu, hem kişinin Allah'a karşı göstereceği ahlak açısından hem de sonuçta en doğru ve en isabetli fikri uygulaması açısından gösterilecek en hikmetli tavırdır.
Dolayısıyla insanın içindeki, ‘sürekli olarak galip gelme arzusu’ doğru bir istek değildir. Çoğu zaman güzel olan, insanın ‘yenilmesi’ yani ‘karşı tarafın fikirlerine tabi olması’dır. Ki bu da zaten ‘yenilmek’ değildir. Sözde yenilgi gibi görünen bu durum, aslında o kişiyi yücelten bir durumdur.
Ancak elbetteki bazen de bu insan, yanındaki birçok kişiden daha akıllı, daha vicdanlı, daha çok detay görebilen ve daha tecrübeli bir kimse olabilir. Böyle bir durumda, kendisine verilen fikirlere, yanlış olduğunu bile bile uyması elbetteki beklenemez. Ama insan günlük hayatı içerisinde her iki tarafın da makul fikirler öne sürdüğü ve bu fikirlerin en az %50’ye 50’lik bir oranda doğru olduğu pek çok durumla karşılaşır. İşte bu tür durumlar, insanın tevazusu, güzel ahlakını göstereceği anlardır. Bu tür durumlarda yenmek değil, yenilmek üstünlüktür.
Çünkü % 50’ye 50 olan bir durumda, her iki taraf da, isterse birbirine üstünlük taslamaya, galip gelmeye, kendi fikrini kabul ettirmeye çalışabilir. Dolayısıyla bu tür bir durumda üstün geldiğini sanan insan, aslında belki de, karşı tarafın tevazusundan dolayı galip gelmiştir. Ancak içerisinde bulunduğu ruh halinden dolayı, karşı tarafın ahlakındaki bu inceliği de fark etmez. Onun için o anda önemli olan, kendi fikrini kabul ettirebilmiş olmasıdır.
Bu gibi insanların içlerindeki bu sürekli üstün gelme ve yenme isteğinin altında ise genellikle, ‘enaniyet ve büyüklük hissi’ vardır. Yoksa çoğu zaman bu kimseler, aslında karşı tarafın getirdiği fikirlerin de en az kendilerininki kadar ya da kendilerinkinden çok daha iyi olduğunu takdir edebilirler. Ama konunun asıl olarak bu yönü üzerinde değil de, enaniyetlerine uygun olarak ‘kendi dediklerinin yapılması’ ve ‘yenme ruhu’ üzerinde dururlar.
Halbuki bu kişinin bu isteğinin karşılanması son derece kolaydır. Çok hatalı bir fikir olmadığı sürece, çevresindeki insanlar isteseler, sürekli onun düşünceleri doğrultusunda hareket edebilirler. Herkes her konuda kendi düşüncelerinden vazgeçip sürekli bu kişiyi haklı çıkarabilir ve herkes her olayda o kişiye tabi olabilir. Ama bu, o kişi için bir kazanç olmaz. Çünkü önemli olan, kişinin kendi içindeki bu Kuran'a uygun olmayan ahlaktan kurtulmasıdır. İşte bu nedenle bu kişi için yenmekten çok, yenilmek asıl olarak ihtiyaçtır.
Ruhundaki enaniyet hastalığı nedeniyle ve haklı çıkmadığı takdirde sorun çıkaracağı düşünüldüğü için, çevresindeki herkesin idare ettiği ve sırf bu yüzden her dediğine uyduğu biri olmuş olmak, bir üstünlük değildir. Aksine bu, bir mümin için çok küçük düşürücüdür. Kuran'a uygun olmayan bir ahlak göstermeyi mümin asla kabul etmez. Allah Kuran'da müminlerin ‘nefsin büyüklük telkininden kurtulmaları gerektiğini’ şöyle bildirmiştir:
"İnsanlara yanağını çevirip (büyüklenme) ve böbürlenmiş olarak yeryüzünde yürüme. Çünkü Allah, büyüklük taslayıp böbürleneni sevmez."(Lokman Suresi, 18)
Öyle ki, elinizden çıkana karşı üzüntü duymayasınız ve size (Allah'ın) verdikleri dolayısıyla sevinip-şımarmayasınız. Allah, büyüklük taslayıp böbürleneni sevmez.(Hadid Suresi, 23)
Mümin, bu ahlakın yaşanmasını çok önemli görmeli ve Kuran'da bildirilen bu ahlak anlayışını gün boyu karşılaştığı her konuda, her sohbette uygulamalıdır.Sadece bir fikir çatışması olduğunda değil, herhangi bir konudan bahsedilirken, espri yaparken, gönül alırken ya da bir konuda bilgi verirken de, -Kuran'a muhalif bir durum ya da özel bir olay söz konusu değilse- hep altta kalan, son sözü söyleyene tabi olan, başkalarının fikirlerini önplana çıkarıp onlara tabi olan, karşı tarafı onore eden bir ahlak içerisinde olmalıdır. Böyle bir insan, bakıldığında ‘yenilen’ konumuna düşmüş gibi görünebilir. Ama onun için asıl kazanç işte budur. Çünkü bu, Allah'ın razı olacağı, Müslümanların beğeneceği ahlaktır.
'Gaddar' denildiğinde pek çok insan bu özelliği kendinden çok uzak görür. Ama 'gaddarlık', günlük hayatta, insanın kendine kondurmadığı pek çok tavırda ortaya çıkar...
Gaddarlık, cahiliye toplumlarında çok yaygın olan bir tavır bozukluğudur. İnsanlar çocukluk yıllarından itibaren hep ‘bencil olmaya, öncelikle hep kendi menfaatlerini koruyup kollamaya’ teşvik edilirler. ‘Hayatın bazı gerçekleri’ olduğuna, bu yüzden de hayatta kalmak için acımasız ve merhametsiz olmak gerektiğine inandırılırlar.
Bunun sonucunda da insanlar, farkında olmadan gaddarlığın felsefesini içten içe yoğun olarak yaşamaya başlarlar. Kendilerine sorulsa, elbette hiçbir zaman için, ‘ne gaddar olduklarını kabul ederler’, ‘ne de bir başkasının gaddar bir tavır göstermesini onaylarlar’. Ama kişiliklerine derinden etki eden bu yanlış bakış açısının etkileri, hayatları boyunca gösterdikleri tavırların çoğunda kendini belli eder.
Çoğu insan, ‘gaddar’ denildiğinde, illaki ‘çok acımasız, insanlara zulmetmeye eğilimli, kendisinden başka kimseyi düşünmeyen, ve umursamayan, kasten kötülük yapmaktan ve zarar vermekten zevk alan bir insan modeli’ hayal eder.Bu yüzden de kendilerine, “Sen çok gaddarsın” gibi bir yakıştırma yapılacak olunursa, şiddetli bir tepki verir ve hemen bu eleştiriyi reddederler.
Oysa ki eğer insan kendisine yapılan bu yakıştırma üzerinde biraz daha derin düşünecek olursa, kişiliğinin belirli yönlerinde ve tavırlarının bazılarında gaddarlığın felsefesine dair izler bulabilecektir.
Bunun en önemli sebeplerinden biri, insan nefsinin gaddarlığa eğilimli olarak yaratılmış olmasıdır.Nefis bencildir. Çıkarcıdır. En çok kendini sevmek ister. Çıkarlarını koruma konusunda çok kararlıdır. Ve nefis, hayatının sonuna kadar, hiç ara vermeden ve pes etmeden insanı bu kötülüklere teşvik etmek için çaba harcar.
Dolayısıyla insan, nefsindeki bu olumsuz istekleri ancak vicdan kullanarak dizginleyebilir. Ama bunun için önce nefsindeki eksiklikleri iyi tespit edebilmeli ve tüm bunların nerelerde ve nasıl ortaya çıktığını iyi analiz edebilmelidir. Ve bunu yapabilmek için de, nefsini eğitmeyi, bu kötü alışkanlıklardan kurtulmayı gerçekten istemelidir.
Çünkü eğer insan nefsine yönelik böyle bir eğitime zaten istekli değilse, bu durumda sadece kendini aldatacak ve rahatlatacak tedbirler alacaktır. Hasta olduğu yönleri tam teşhis ederek kabul etmekte kaçındığı takdirde ise, bunları tedavi etmesi hiç mümkün olmayacaktır.
Bu nedenle insanın gaddarlık konusunda da, daha en baştan ‘kendine kondurmama’ gibi bir yaklaşımdan kaçınması gerekir. Tam tersine, kendisini eğitmeye ‘bu özelliğin kendisinde kesin olarak var olduğunu’ kabul ederek başlamalıdır.
Bunun ardından yapılması gereken, ‘gaddarlığın tanımının iyi yapılması’dır. Elbette toplumda ‘gaddarlığın en üst boyutunda yaşayan insanlar’ vardır. ‘Hiç gözünü kırpmadan cinayet işleyen, toplu katliamlar yapan, aç, yoksul, kimsesiz çocukların malını mülkünü çalmakta sakınca görmeyen, yaşlılara, çocuklara eziyet etmekten, onları hor görmekten kaçınmayan ve bunlar gibi daha pek çok anormal tavrı gösteren insanlar’, gerçekten gaddar bir ruha sahiptirler.
İman eden bir insanın bu derece gözü dönmüş, ruhu kararmış, vicdanı körelmiş bir insan olması elbetteki hiçbir şekilde söz konusu değildir.Müminin en önemli özelliklerinden biri, Allah'tan içi titreyerek korkmasıdır. Mümin, Allah'ın beğenmeyeceği bir tavrı bile bile göstermekten haya eder, Allah'a sığınır ve mutlaka kendisini eğitmek için elinden geleni yapar.
Bu nedenle müminlerde ‘gaddarlık’ denildiğinde hiçbir zaman için böyle uç tavır bozuklukları görülmez. Ve asla bütün hayatlarına hakim olan bir ahlak bozukluğu olarak bunu yaşamazlar.
Ancak müminler de istemeden hata yapabilir; unutabilir, yanılabilir, boş bulunarak nefislerine uyabilirler. Ya da daha önce üzerinde düşünmedikleri, nefislerinin o açığını fark etmedikleri için henüz kendilerini eğitmedikleri kusurları olabilir. İşte müminlerde ortaya çıkabilecek ‘gaddarlık’ örnekleri ancak bu sınırlar içerisinde olabilir.
Ve bir de ‘gaddar’ kelimesi, elbetteki çok geniş anlamlı bir ahlak bozukluğunu ifade etmektedir. Müminler söz konusu olduğunda, eğer bu kelime kullanılıyorsa, elbetteki bu, kelimenin tüm anlamı kastedilerek kullanılmamaktadır. Gaddarlığın sadece belirli tavırlara yansıyan ve belirli bir bakış açısına etki eden kısmı kastedilmektedir. Söz konusu kelimenin tercih edilmesi, konunun anlaşılabilmesi, tefekkürde insanın ufkunu açabilmesi içindir. İnsanın ülfetini kırabilmek; aynı tavır bozukluklarını, başka bir kelimenin altında değerlendirerek yeni anlayışlar elde edebilmesi içindir. Yoksa kuşkusuz ki mümin, -ne kadar kusuru olursa olsun- dünyanın en güzel ahlaklı insanıdır. Ve elbetteki cahiliye toplumlarının anladığı ‘gaddarlık’ anlayışından da alabildiğine uzaktır.
Bir müminde görülebilecek ve geniş anlamıyla ifade edildiğinde ‘gaddarlık’ olarak adlandırılabilecek tavırlar, müminin 24 saatini kaplayan davranışlar değildir. Hata olarak ortaya çıkan, ama Allah'tan daha çok korkup sakınılırsa, daha çok vicdan kullanılırsa, hemen temizlenip ortadan kaldırılabilecek tavırlardır.
Örneğin kimi zaman ihtiyaç içerisindeki bir insanla ilgilenmemek, iyi niyetle yapılan bir ikrama güzel karşılık vermemek, güzel bir övgüyü aynı şekilde onore eden bir üslupla cevaplandırmamak, yardım isteyen birine karşı kayıtsız kalmak, güzel bir sözü ya da tavrı duymazdan ya da görmezden gelmek, bir insana özellikle iltifat etmekten kaçınmak, şefkat duyulacak bir yerde ilgisiz kalmak, birini affetmemekte kararlı davranmak gibi tavırlar, kişinin gaddar bir ahlaka yatkın olduğunu gösteren alametlerdir.
İnsanlarda yaygın olan bir diğer gaddarlık türü de, ‘kadın gaddarlığı’dır. Cahiliye toplumlarında kadınların çoğu birbirlerine rekabet, haset, çekişme ve öne geçme gözüyle baktıkları için, bu yarış içerisinde birbirlerine karşı gaddar tavırlar göstermekten kaçınmazlar. Rekabette onları öne geçirecek olan unsurlar neler ise, bu konularda acımasız bir kararlılıkla karşı tarafı ezecek, ekarte edecek ve hatta gözden düşürüp tamamen yollarına çıkmalarını engelleyecek tavırlara başvururlar. İşte bunların her biri ‘gaddarlık’tır.
Birbirleriyle dost olsalar dahi, üstün gelmeleri gerektiğinde bu yöntemlere başvurmaktan çekinmezler. Bir arkadaşları çok güzel bir kıyafet giydiğinde, güzel bir saç modeli yaptığında ya da güzel bir eşya aldığında, kasıtlı olarak bunu görmezden gelebilirler. Hiç iltifat etmeyebilir ya da kasten karşı tarafa o konuda şüphe verecek, tedirgin edecek, olumsuz kanaate kapılmasına neden olacak tarzda örtülü övgülerde bulunabilirler. Hatta bazen kasten, gerçeklerin tam tersi yönünde de bilgi verebilirler. Örneğin çok yakışan bir şey için “hiç yakışmadı”, hiç yakışmayan bir şey için de yine kasten “Çok yakıştı” diyerek, bu kimseyi yanlış yönlendirirler. Kötü olan bir şeyi düzeltmesindense, onun çok iyi olduğuna inanmalarını sağlarlar. Gıyaplarında konuşurken, onu insanlara sevdirecek, begendirecek sözler yerine; kendilerini ön plana çıkarıp o kişi hakkında sinsice olumsuz fikirler oluşmasına neden olacak bir üslup kullanırlar. Birlikte bir yere gidecekleri zaman, rekabet ettikleri ya da haset ettikleri bir dostlarının gecikmesinden içten içe memnuniyet duyarlar. Hatta bazen bu gecikmenin oluşması için, o kişiye özellikle yanlış bilgi vermekten de çekinmezler. İşte bunlar ve benzeri tavırlar da ‘gaddarlık’tır.
Bu örneklerden de açıkça anlaşıldığı gibi,gaddarlık aslında, insanın hiç tahmin etmediği ve üzerinde düşünmediği tavırlarda da ortaya çıkar. Bu bir ruh halidir. Dolayısıyla insanın ruhundaki gaddar yönleri temizlemesi, sadece tek tek, “acaba bu hangi gün, nerede, nasıl bir konuşmayla ortaya çıktı” gibi analizler yapmasıyla mümkün olmaz. Temelde ruhundan bu felsefeyi tamamen temizlemesi gerekir. O zaman tek tek tavırlar üzerinde tespitler yapmasına gerek kalmaz.
Kişi burada, gerçek ve samimi Allah korkusunun nasıl olması gerektiği üzerinde düşünmelidir.İnsanlar belki sinsilikle ve ustaca ayarlanarak yapılmış hamleleri ve oyunları fark etmeyebilirler. Ve bunlar, zahiren kişinin menfaatlerini besleyecek şekilde sonuçlar da vermiş olabilir. Ama tüm bunların iç yüzünü Allah bilmektedir. Kişinin hangi sözü hangi niyetle söylediğini, hangi kişiye karşı nasıl bir gaddar ruh hali içerisinde olduğunu Allah bilmektedir. Dışarıdan insanların belki şefkat, merhamet gibi değerlendirdiği tavırların altında eğer bir sinsilik gizliyse, Allah bunları tüm açıklığıyla görmektedir.
Dolayısıyla her konuda olduğu gibi, gaddarlıktan kurtulmanın yolu da, ‘Allah korkusu’dur. Allah'tan korkan insan, yanlış bir tavırdan sakınmak için, bunu Allah'ın bilmesini yeterli görür. Allah'a karşı suç olacağını bildiği bir şeyi, asla uygulayamaz. Yanlış bir şey yapmaktan çok korkar. Küçük menfaatler uğruna Allah'ın sevgisinden mahrum kalmayı göze alamaz. Nefsi kendisini bir kötülüğe doğru teşvik ediyorsa, mümin Allah korkusundan dolayı, hemen bunun tam tersini yapar. Örneğin nefsi güzel bir tavrı övmek istemiyorsa, mümin Allah'tan korktuğu için, tüm vicdanını ve iradesini kullanarak bu kişiye olabilecek en güzel, en abartılı en fazla iltifatı yapar ki, nefsinin bu kötülüğünü yenebilsin.
Müminin bu eğitimi alması; nefsini gaddar yönlerinden arındırması son derece önemlidir. Çünkü güzel ahlak detaylarda gizlidir. Gerçek Kuran ahlakı, insanın ancak Allah korkusuyla bu detayları kavrayıp vicdanlı hareket etmesiyle yaşanabilir. Bu ahlakı alan ve yaşayan bir insanın mutlu olmak ya da üstün gelmek gibi sonuçlar için, asla cahiliye insanlarının yaptıkları entirikalara başvurmasına gerek yoktur. Eğer Allah bir insanın kalbinde saf iyiği ve temizliği görürse, Allah ona dünyada herşeyin en güzelini, en iyisini ve en hoşnut olacağı hayatı yaratır.
Rabbimiz bu gerçeği Kuran'da şöyle bildirmiştir:
Erkek olsun, kadın olsun, bir mü'min olarak kim salih bir amelde bulunursa, hiç şüphesiz Biz onu güzel bir hayatla yaşatırız ve onların karşılığını, yaptıklarının en güzeliyle muhakkak veririz. (Nahl Suresi, 97)
Şayet Allah sana bir zarar dokunduracak olursa, O'ndan başka bunu giderecek yoktur. Sana bir iyilik dokunduracak olursa da O, herşeye güç yetirendir.(Enam Suresi, 17)
Andolsun, onlara: "Gökleri ve yeri kim yarattı?" diye soracak olsan, elbette "Allah" diyecekler. De ki: "Gördünüz mü-haber verin; Allah'tan başka taptıklarınız, eğer Allah bana bir zarar dileyecek olsa, O'nun zararını kaldırabilirler mi? Ya da bana bir rahmet vermeyi istese, O'nun rahmetini tutup-önleyebilecekler mi" De ki: "Allah, bana yeter. Tevekkül edecek olanlar, O'na tevekkül etsinler." (Zümer Suresi, 38)
'Himaye eden, koruyan, kollayan' konumunda, yani 'Hami' karakterinde insan olmak...
Bazı insanlar vardır, çevrelerindeki hemen herkes tarafından sevilirler. Bu sevginin en önemli sebeplerinden biri ise, bu kişilerin en belirgin özelliklerinden birinin ‘bulundukları her yerde mutlaka hep ‘hami’ konumunda olmaları’dır.
‘Hami’kelimesi, ‘himaye eden, koruyan, gözeten’ anlamındadır. Bu ahlakı gösteren kimseler, bulundukları her ortamda, şefkat, merhamet, ilgi alaka, koruyup kollama konularında dikkatleri en açık olan ve bu özellikleri en yoğun şekilde yaşayan insanlardır.
Hiç kimse bu kişileri, “Sen bulunduğun yerdeki tüm insanları koruyup kollamakla, karşılaşılacak her türlü sorunu çözmekle ve tüm sorumluluğu kendi üzerine almakla sorumlusun” diyerek görevlendirmiş değildir. Ancak bu kimseler, genelde yüksek vicdanları, güçlü sorumluluk hisleri ve insanlara karşı duyduğukları yoğun sevgi ve şefkat duyguları nedeniyle, kendileri sessiz sedasız böyle bir göreve talip olurlar. Ancak elbetteki kimseye, “Ben böyle bir görev üstlendim. Ben sizi koruyup kollayacağım, herkese sahip çıkacağım” gibi bir açıklama da yapmazlar. Sadece doğal olarak, olaylar geliştikçe, imanları ve ahlakları gereği, adı konulmadan, sürekli olarak bu kişiliği gösterirler.
Hami ahlaklı olmak, pekçok konunun ve pek çok kişinin sorumluluğunu üstlenmek, elbetteki hiçbir şeyin sorumluluğunu almayan bir kimsenin durumuna göre çok daha zahmetli ve zordur. ‘Hata yapma, doğru karar verememe, pek çok kişinin nefsini karşısına alma ya da herkesi aynı anda memnun edememe’ gibi riskleri de vardır. Ancak sahip oldukları yüksek vicdan ve Allah korkusu nedeniyle bu kişiler, kendi açılarından bu tür hatalar yapabilme riskini de göze alırlar. Allah rızası için o sırada Müslümanların ihtiyaçlarını gidermeyi ya da sorunlarını çözmeyi, kendi rahatlarından çok daha öncelikli görürler.
Adı konulmayan, ancak herkes tarafından fark edilen bu insanların gösterdikleri bu tavır, ‘Allah'ın rızasına en uygun olan ahlak’tır. Çünkü Müslüman, imanı ve vicdanı gereği, hiçbir zaman için çevresinde olup biten olaylara karşı ‘seyirci kalamaz’. Yanındaki insanların bir hastalığı, yorgunluğu, mutsuzluğu, imani bir eksikliği, müminler arasında süregelen bir anlaşmazlık, yaşanan bir zorluk ya da sıkıntı, bu kimselerin ‘birinci dereceden sahiplendikleri’ konulardır.
Bu kimselerin önemli bir özelliği ise, bu sahiplenme ve ilgilenme esnasında hiç kimseye rahatsızlık vermemeleri; herşeyi Kuran ahlakıyla, çok akılcı ve vicdanlı bir şekilde halletmeleridir. Dikkat çekmeden, sorun çıkarmadan, insanlara ‘olağanüstü bir durum var ve ben şu anda bu sorunu çözüyorum’ gibi bir izlenim vermeden, olabilecek en yatıştırıcı ve en dinlendirici şekilde hareket etmeleridir.
Tüm bunları yaparken bu kimselerin tavırlarında dikkat çeken bir başka önemli özellik ise, hiçbir zaman için ‘kendilerini ön plana çıkarma’ gayreti ve arzusu içerisinde olmamalarıdır. Amaçları, sözde bir ‘lider’ konumuna gelmek, insanlar arasında söz sahibi olarak onlara ‘üstünlük taslamak’ ya da bu şekilde kendi ‘enaniyetlerini beslemek’ değildir. Sadece fedakarane bir hami karakteri içerisinde, çevrelerindeki insanlara karşı şefkat, merhamet ve sevgiyle yaklaşmaktadırlar. Kuran'da bu kimselerin gösterdikleri üstün ahlak şöyle hatırlatılmıştır:
Sakın onlardan bazılarını yararlandırdığımız şeylere gözünü dikme, onlara karşı hüzne kapılma, mü'minler için de (şefkat) kanatlarını ger.(Hicr Suresi, 88)
Hami karakterinin aksine, bazı insanlarda da tam tersi bir anlayış vardır. Bir sıkıntısı, sorunu ya da rahatsızlığı olan bir kişi varsa, bu kimseye karşı şefkat ve merhametle yaklaşmak ve ona güven vermek yerine, önce ‘kızgınlık’ duyulur. Bu kişiye sahip çıkarak sorununa yardımcı olmaktansa, “Neden böyle yaptın?”, “Sen şöyle yapmasaydın, böyle olmazdı”, “Hepsi senin hatan”, “Neden sonucunu önceden düşünmedin?” gibi, onu daha da tedirgin edecek bir üslupla bu öfke ifade edilir.
Oysa ki aynı insanlar, kendileri için aynı şartlar söz konusu olduğunda, kendilerine sevgiyle, şefkatle, anlayışla yaklaşılmasını isterler. Allah bir Kuran ayetinde insanlara bu gerçeği hatırlatarak, insanları birbirlerine merhamet etmeye çağırmıştır:
Eğer Allah'ın sizin üzerinizde fazlı ve rahmeti olmasaydı ve Allah gerçekten Rauf (şefkat eden ve) Rahim olmasaydı (ne yapardınız)?(Nur Suresi, 20)
Tüm insanlar Allah'ın kendilerine olan şefkatine ve merhametine muhtaçtırlar. Ve her insan şefkatten, sevgiden, hoşgörüden hoşlanacak bir ruh ile yaratılmıştır. Öyleyse tüm insanlar, kendileri için aradıkları merhamet gibi, başkalarına karşı da ellerinden geldiğince bu ahlakı göstermeye çalışmalıdırlar.
Allah Kuran'da müminlerin ‘birbirlerinin velileri’ olduklarını bildirmiştir. Müminlerin sorunlarını sahiplenmek, tedirgin etmeden onlara yardımcı olmak, en yanlış tavırlarında bile Kuran ahlakının gerektirdiği şefkat ile hatalarını düzeltmeye çalışmak; herkesin yardımına ilk koşan, etrafta gelişen her türlü eksikliğe, aksaklığa çözüm getiren, yardıma ihtiyacı olanın hiç düşünmeden ilk sığınacağı insan olmak, işte müminlerin bu ‘veli karakterleri’nin bir gereğidir.
Allah Kuran'da bu ahlakı gösteren kimseleri rahmetiyle müjdelemiştir:
Mü'min erkekler ve mü'min kadınlar birbirlerinin velileridirler.İyiliği emreder, kötülükten sakındırırlar, namazı dosdoğru kılarlar, zekatı verirler ve Allah'a ve Resûlü'ne itaat ederler. İşte Allah'ın kendilerine rahmet edeceği bunlardır. Şüphesiz, Allah, üstün ve güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir.(Tevbe Suresi, 71)
Mehdi’nin çıkışından evvel, (her tarafı) aydınlatan kuyruklu bir yıldız doğacaktır.”(Kıyamet Alametleri, s. 200)